Facebook

Ahmet Davutoğlu'nun IV. Büyükelçiler Konferansı vesilesiyle Edirne'de yaptığı konuşma

5 Ocak 2012 Perşembe

Share this history on :
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun IV. Büyükelçiler Konferansı
vesilesiyle Trakya Üniversitesi Balkan Kongre Merkezi'nde yaptığı
konuşma

29 Aralık 2011, Edirne

İmaretler üzerinden yaptığı veciz takdimiyle medeniyetimizin muhteşem
geçmişini tekrar bizlere hatırlatan saygın akademisyen Sayın Heath
Lowry, Balkanların değişik köşelerinden gelerek bugün bizlerle beraber
olan sayın Bakanlar, sayın Milletvekilleri, Sayın Vali, sayın
Milletvekillerimiz, Sayın Belediye Başkanımız, Sayın Rektörümüz,
dünyanın dört bir köşesinden gelen saygıdeğer büyükelçilerimiz ve
tabii gerçekten tekrar bir üniversite salonunda bir ders üslubunda
beraber olma şerifine erdiğim sevgili öğrenciler; hepinizi saygıyla,
sevgiyle selamlıyorum.

Sayın Lowry Boğaziçi Üniversitesi yıllarını bana hatırlattı, ben de
şimdi burada bir üniversite kürsüsünde tekrar olmaktan büyük bir
mutluluk duyuyorum ve Trakya Üniversitesi'nin 30. yılında bu dönemin
Sayın Rektörüm, sizlere, öğretim üyesi meslektaşlarıma,
öğrencilerimize hayırlı olsun diyorum.

Balkan Savaşının 100. yılı, aynı zamanda Trakya Üniversitesi'nin 30.
yılı gelecekteki büyük başarın nüvelendiği, odaklandığı bir Edirne'yi
kurmamıza vesile olacaktır.

Büyükelçiler Konferansı bir gelenek haline dönüştü, 4'üncüsünü
yapıyoruz ve güzel bir geleneği de bununla birlikte başlattık.
Ankara'da teknik ve bürokratik düzeydeki istişareler yaptıktan sonra,
yurdumuzun her bir köşesine giderek diplomasiyle halk arasındaki o
büyük meşruiyet ilişkisini kurmaya çalışıyoruz.

İki sene önce Mardin'deydik, Artuklu'nun başşehrinde Mezopotamya'nın o
bütün kadim kültürü barındıran, benim o zaman orada yaptığım konuşmada
vurguladığım şekilde, bir biblo medeniyet şehriydi Mardin.

Geçen yıl Erzurum'a gittik, Kafkaslarla Anadolu'nun birbirine böyle
kucaklaştığı ve Türk'ün büyük imtihanlarını başarıyla tarih sınavından
vererek geçtiği, Anadolu'nun ruhunu taşıyan, Doğu Anadolu'nun yaylası
olarak bekçiliğini yapan o büyük şehir... 93 harbinin acılarını yaşamış,
ama hiçbir zaman boğun eğmemiş Erzurum.

Üçüncü şehir olarak nereyi ziyaret edelim diye sorduğumuzda, hiç
tereddüt etmeden Edirne dedik. Hem 1912'nin 100. yılının hemen
eşiğinde Edirne, hem de ruhuyla, tarihiyle, kimliğiyle Edirne.

Öyle şehirler vardır ki aziz öğrencilerim, özellikle sizlere
söylüyorum, üniversite hayatında sadece kitaplara değil, yaşadığınız
mekana nüfuz edin. Bir üniversitenin mevcudiyeti, bir şehre büyük bir
değerdir, ama o şehir o üniversite için aziz bir ikramdır aynı
zamanda. Eğer bir öğrenci o şehirde bulunup da o şehrin ruhuna nüfuz
edememişse, ne kadar iyi derece alırsa alsın Trakya Üniversitesi'nde
veya İstanbul'daysa İstanbul'daki üniversitelerden, gerçek dereceyi
alamaz. Üniversiteler şehirlerle birlikte gelişir. Ve belki de bir
üniversitenin en çok yakıştığı şehir Edirne'dir; sebepleri üzerinde
duracağım.

Sabah erken saatlerde, gece geç saatlerde, gündüz veya akşam güneş
batarken, kış veya yaz, ne olur şehrin sokaklarında dolaşın,
Edirne'nin ruhunu keşfetmeye çalışın, Edirne'nin her taşında tarihi
anlamaya çalışın. En büyük öğretmen, o şehrin kendisidir. Sizin de en
büyük öğretmeniniz Edirne ve Edirne'nin ruhudur. Niçin? Çünkü, öyle
şehirler vardır ki, bir milleti anlamak isterseniz sadece o şehri
anlamakla o milletin tarihi serüvenini anlarsınız. O şehrin geçmişini,
yaşadığı onuru, çektiği ıstırabı doyum doyum yaşarsanız, sadece o
şehri değil o şehri kuran, o şehri medeniyet merkezi yapan bir
milletin de onurunu, zirvesini, doruğunu, ama aynı zamanda ıstırabını
da yaşarsanız. İşte Edirne böyle bir şehir. Eğer denseydi ki, Türk'ün
asırlar süren o büyük macerasını, o büyük serüvenini bir şehir haline
dönüştürün ve bir mekanda onu tecessüm eden bir kimlik haline
dönüştürün, diyebiliriz ki o kimlik şehirlerinden biri, belki de en
başındaki Edirne'dir. Edirne'yi anlamak lazım, çünkü Edirne bir
başşehirdir. Konjonktürel olarak bir devlete merkezlik yapmış bir
başşehir değil, o devleti kuran büyük iradenin, o devleti kuran büyük
milletin ruhunu, estetiğini, gücünü, kudretini ve biraz önce Sayın
Lowry'nin anlatımıyla insanlık merhametini yansıtan, imaretlerini
barındıran Edirne. Bizim ruhumuz bazı şehirlerde tecessüm eder, bazı
şehirlerde merkez olur ve başşehir olur, işte Edirne böyle bir
başşehir. Onun için biraz önce şehitlikte vurguladığım gibi,
başşehirler baş eğmezler, teslim olmazlar, herkes onu terk etse dahi o
şehrin ahalisi o şehirle birlikte o imtihanı verir; Edirne bu imtihanı
vermiş büyük bir şehirdir. Onun için Büyükelçilerimizle temsil
ettiğimiz bu büyük milletin, bu büyük devletin, bu büyük ülkenin
ruhunu keşfetmek için de Edirne'deyiz, tekrar tekrar anlamak için
Edirne'deyiz.

Ben Konya'da doğdum. Konya, büyük Anadolu harmanlanmasının
başşehridir. Orta Asya'dan, Buhara'dan, Semerkant'tan, Horasan'dan
gelen boyların İran kültürüyle harmanlanarak geçtikten sonra
Mezopotamya kültürünü de, Artuklu'da ve diğer kültürlerle hep beraber
daha sonra yaşacak olan o bütün Mezopotamya birikimini de
harmanlayarak gelip kurdukları bir başşehirdir Konya. Ve bu başşehrin
bütün o manevi birikimini yansıtan, manevi sembolü de Hazreti Mevlana
ve Mesnevi'dir. Mevlana'yı çekin alın, Konya'nın o büyük başşehir
kimliğini alın, Konya geriye kalmaz.

Sonra Bursa; Bursa, Büyük Selçuklu birikiminin Roma'yla, daha da
doğrudan temasa geçerek Bizans'la, estetiğini ve yeni merkezini
taşıdığı bir ruhun aktarıldığı bir şehirdir. Ve Bursa, bir
prototiptir. Bursa, daha sonra birçok yerde kendisini bir örnek olarak
gördüğümüz birçok Balkan şehrinde silüetini yansıtmış bir şehirdir.
Deyim yerindeyse, 1071 Malazgirt'ten 1300'lerin ortasına kadar,
1400'lere kadar 300 yıllık Türk'ün Anadolu'daki bütün o büyük
harmanlanmasının nihai kemal şehri Bursa'dır. Ve bu kemalin Rumeli'ye
taşındığı ve Rumeli'de bu kemalin taşa, mimariye, estetiğe, yazıya
büründüğü ve yeni Rumeli başşehri de Edirne'dir. Bunlar birbirini
takip eden bir silsile halinde İstanbul'un taşlarını döşemiştir.
İstanbul o muhteşem medeniyet şehri olarak doğarken, Konya'dan,
Bursa'dan, Rumeli merkezi olan Edirne'den hazırlanan o büyük birikimin
üzerinde dünyanın belki de medeniyet sahnesi anlamında en muhteşem
şehrini oluşturmuştur. Edirne, daha sonra Balkanlara nüfuz edecek olan
o büyükharmanlanmanın odaklandığı, bir kimlik ve nüfuz bulduğu bir
şehir. Onun için, Edirneli olmak bir ayrıcalıktır.

Biraz önce Sayın Rektörümüze, Sayın Belediye Başkanımıza ve
milletvekillerimize söyledim, ben hayatımı bazı dönemlerde bazı
şehirlerde yaşamayı özlemle istemişimdir; bu şehirlerden biri de
Edirne. Keşke bu yoğun diplomatik ritimden bir gün ayrılıp tekrar o
özlediğim akademik hayata dönersem, kabul buyurursanız gelip bu
öğrencilerle Trakya Üniversitesi'nde Edirne'nin ruhu üzerine bir ders
yapmak isterim, bir dönem kalmak isterim. Çünkü, Edirne'de her şeyi
bulursunuz. Onun için o milletin serüveniyle bakın Edirne'de neler
var. İstanbul, tabii dersaadettir ama, ondan önce Edirne için de
dersaadet unvanı kullanılmıştır. Ve Osmanlı, o büyük asırlar, bizim
medeniyetimizin büyük asırları süresince tabir caizse İstanbul büyük
bir metropolit, merkezdir. Ama Edirne, bütün bu yol hatlarının,
kavşaklarının kesiştiği neredeyse İstanbul'a göre daha küçük, ama
bütün o birikimi daha küçük bir alanda temerküz ettirmiş bir şehirdir.
Ve ondan sonra, Edirne'den sonraki Balkanlar, kendisini takip
edebileceği imaretiyle, bütün yapılarıyla kendisini takip edeceği bir
şehir kimliğinin taşınmasına sebebiyet vermiştir. Hani Edirnelilerin
dediği şekliyle, "Üç Şerefeli'nin kapısı, eski caminin yazısı,
Selimiye'nin yapısı. Bakın kapı, yapı, yazı. Yazı ilimdir, kapı her
şeye açılan yoldur. Gerçekten Üç Şerefeli'nin kapısı Balkanlara açılan
manevi kapıdır. Yazıyla sadece hat ve kaligrafi değil bir emin,
kalenin, bizim kültürümüzde kutsal sayılan kalenin kapısıdır. Ve yapı,
yapı sadece mimari değil yapı devlettir, yapı mimaridir, yapı binadır,
yapı zihniyettir. Yine eğer o uzun asırlarımızın bir tek yapıda
hülasasını görmek isteseydik ve deseydik ki hangi yapı bizi anlatır,
hiç tereddüt etmeden şunu söyleyeyim: Selimiye bizi anlatır. Nasıl
Hazreti Mevlana bir edebi değer olarak, Mesnevi ile Konya
bütünleşmiştir, Selimiye ile de Edirne bütünleşmiştir. Ben bazı
yapıları gördüğümde, yapıdan kastettiğim bu mimari değil, sadece
görünen yapının arkasına nüfuz ettiğim ve başından ayrılamadığım
dünyada dört eser vardır. Saatlerce durun ve seyredin. Her seyrinizde
yeni unsurlar keşfedersiniz ve her seyredişinizde insanlığın anonim
kültürünü, anonim estetiğini, zevkini yakalarsınız.

Birisi; Zeytin Dağı'ndan Mescidi Aksa'ya baktığınızda Kudüs'ün yapısı.
Zeytin Dağı'na gittim bir gece 1983 senesinde, emin olun gece boyu
Zeytin Dağından Mescidi Aksa'ya baktığımda gözümü ayırmak istemedim,
oradan ayrılmak istemedim. Çünkü orada bütün bir tarihin hülasası
vardı. Yahudilik, Hristiyanlık, İslam'la birlikte. Herşey, gördüğünüz
yerde sadece o yapıyı görmüyorsunuz, bütün o tarihi, bütün insanlığı,
bütün kadimi görüyorsunuz. Hiç gözünüzü ayırt edemezsiniz bu güzelliğe
bakarken.

İkincisi, Gırnata'da El Hamra'ya bakarken geçin Gırnata'nın bu
tarafına ve El Hamra'nın önüne oturun, gözünüzü ayırmak istemezsiniz.
Size aşkı anlatır, size derinliği anlatır, size deruniliği anlatır,
size bir medeniyetin nasıl mimari şekline büründüğünü anlatır. Bir
güneş batımında El Hamra'ya, Gırnata'dan El Hamra'ya bakmak bir ömre
bedeldir, gözünüzü ayıramazsınız.

Üçüncüsü; Tac Mahal, ona da 1983 senesinde gitmiştim. Tac Mahal'in
daha ilk silüetini fark ettiğinizde, siz Tac Mahal'a bakıyor
görünürsünüz ama, aslında Tac Mahal sizi esir alır. Ve Tac Mahal alır
sizi kendi içine, daha içine girmeden kendi içine alır ve bir büyük
aşkın nasıl mimariye dönüştüğünü siz o nüfuz ile anlarsınız.
Ayrılamazsınız Tac Mahal'den. Ve bu eserlerin hangi cephesinden
bakarsanız bakın size ayrı bir ilham verirler.

Dördüncüsü, sıralamada dördüncü anlamında söylemiyorum, sona getirmek
istediğim için; Selimiye. Selimiye'ye bakmak, ahengin, derinliğin,
oranın, hem teknik anlamda oranın, hem de ruh ile madde arasındaki o
büyük uyumun anlamını kavramaktır. Onun için özellikle öğrenci
kardeşlerim, eğer dinlenmek istiyorsanız, eğer derslerden
sıkıldıysanız, ki sıkar bazen, biliyorum. Gidin Selimiye'yi
görebilecek bir yerden oturun ve Selimiye'yi seyredin, ruhunuzun
dinlendiğini hissedersiniz. Hatta olur, o da olur yani gençlikte,
aşıksanız, gidin Selimiye'ye bakın, o güzelliğin başka bir aşka nasıl
dönüştüğünü hissedin. Ve oturup eğer şiir yazmak istiyorsanız, bu
kabiliyetim gelişsin diyorsanız, bir kapalı odada ilham gelmesini
beklemeyin, gidin Selimiye'nin önüne oturun, Selimiye size şiirin
nasıl yazılacağını öğretir. Selimiye, Edirne gibi hocadır. Çünkü,
büyük bir üstadın elinden çıkmıştır. Mimar Sinan'ın en büyük kitabı
Selimiye'dir. Mimar Sinan'ı okuyacaksanız, gidin Selimiye'yi seyredin.
Ve Selimiye İstanbul'da değildir, Selimiye Edirne'dedir. Bence bu da
hem Sultan'ın, hem de mimarın özel bir tercihidir.

Ve şunu söyleyeyim, Edirne'nin üçüncü boyutu, başkent olmak,
medeniyetin zirvesi olmak dışında, yaşadığı büyük Edirne müdafaası,
ben hep onu düşünürüm; bazı yapılar, o şehre öyle bir emanettir ki, o
şehir kendisini savunmak hissettiğinde onlara güç verir, kudret verir.
O zaman o büyük 5 ay 5 gün süren Edirne muhasarasında Şükrü Paşa'yı,
onun şehit olan 13 bin askerini, orada açlık içinde kıvranan
Edirnelileri hayata bağlayan, onlara 'direnin, çünkü direnmeniz
gereken bir şehrin ruhu var' dedirten şey, her gün gördükleri
Selimiye'ydi. Onlar Selimiye düşmesin diye, o büyük ıstıraba
direndiler, açlık çektiler, ağaç kabukları yediler, ama ne Edirne'yi,
ne de Selimiye'yi teslim ettiler. Biz burada Büyükelçilerimiz ve bütün
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni temsil eden, bir devletin onurunu
temsil eden insanlar olarak şunu söylüyoruz: Edirne'nin onuru,
Selimiye'nin onuru kıyamete kadar yaşayacaktır.

Bakın, Ömer Seyfettin günlüğünde çok çileli bir şekilde anlatır, şimdi
yükselişi, zirveyi bahsettim Edirne, Selimiye'yle ve gerçekten de
Osmanlı'nın, onu da söylemeden geçmek istemiyorum; Osmanlı'nın bütün
tebaasının küçük numuneleri de Edirne'de hep yaşamıştır. O asırlar
boyunca Yahudi cemaati, Rum cemaati, Bulgar cemaati hep beraber
yaşamıştır. Yani, Osmanlı'nın sosyolojik dokusu da, değerli Hocamız
çok daha iyi bunu mutlaka anlatacaktır sizlere fırsat olursa. Osmanlı
sosyo-kültürel dokusu da Edirne'de böyle küçük bir biblo gibi yaşar.
Bu şehirler üzerine daha sonra yine geleceğiz.

Ve bir millet, tarihin büyük sınavından, büyük testinden, büyük
imtihanından geçerken de Edirne yine o millete hocalık yapar, o
millete orada kendi ruhunu yaşatır.

Şükrü Paşa, o büyük kahraman bakın ne diyor: "Edirne gibi dünyanın en
müstahkem mevkiinden ma'dut bir şehr-i mukaddesi..." Tabire bakınız,
şehr-i mukaddes. "Den'i ve hunhar bir düşmana teslim edecek alçak bir
kumandan şanlı Osmanlı tarihinde görülmemiştir. Bu cinayeti ben de
irtikap etmeyecek son neferimi kendi tabancama, kendimi de son
kurşunuma tevdi edeceğim. Şehirde imkan-ı mukavemet kalmadığını
görünce muhasara altında bulunan aziz çocukları ve kadınları,
konsolosların ellerine birer beyaz çarşaf vererek onların himayesine
tevdian şehirden çıkaracağım. Şimdiye kadar yaptıkları gibi bunları da
onların medeniyet gözleri önünde isterlerse imha etsinler. Ba'dehu
toplarımı meşhur-ı alem mebani ve emakin-i muazzezimizle Bulgarlar
üzerine çevirecek ve şehrimizi ateşlere boğarak harebezara
döndüreceğim. İçeride ateş, dışarıda ölüm içinde kalacak kahraman
askerlerim işte o zaman velevki muhasımlarım 1 milyon olsun, onu
yaracak ve bu suretle ya kahramanca ölecek veya mukaddes payitahtımın
ecdadını şanla terk edecektir." İşte Şükrü Paşa bu. Ben onun için
Edirne'nin serüveninin bittiğine inanmam. Bu ruhtur ki hemen
sonrasında Ankara'yı başşehir yapmıştır. Ben Ankara'nın iki durağının
olduğunu düşünüyorum; bir Edirne, bir Gelibolu ve Çanakkale. Edirne
müdafaası, bir milletin hani Asya'ya sürülmek için büyük bir saldırıya
muhatap olduğu yerde, 'ben Avrupa'da kalacağım' iradesinin savunma
hattıdır. 100 yıllık Türklere karşı bir rüyaydı Türkleri Asya'ya kadar
sürmek. Şükrü Paşa, askerleri ve Edirne ahalisi, bugün de bizim
söylediğimiz bir iradeyi tarih sahnesinde haykırdılar; Türkler
Avrupalıdır, Avrupalı kalacaklar ve Avrupa tarihi Türkler olmadan
yazılamayacak. Direnişleri, sadece bir şehrin direnişi değil, büyük
bir medeniyetin Avrupa'da tutunma direnişiydi. Şimdi hamd ederek
söylüyoruz ki, Şükrü Paşa'nın emaneti yerine gelmiştir. Bütün Avrupa,
birtakım krizlerle uğraşırken, bütün Ortadoğu bazı krizlerle
uğraşırken, bütün bu coğrafyaların arasında Türkiye Cumhuriyeti
Devleti, dünyanın en büyük kalkınma hızını gerçekleştiren, en aktif
dış politikasını takip etmeye çalışan, küresel alanda her yerde
konuşan ve demokrasisiyle gerçek bir Avrupalı olduğunu bir kez daha
gösterecek şekilde yoluna devam ediyor. Türkiye Cumhuriyeti
Devleti'nin bu yönelişinin tohumları, Edirne müdafaasında
sağlanmıştır. Ve Edirne müdafaası, bu yolla Ankara'nın da önünü
açmıştır. Nasıl Edirne müdafaasında bu irade gösterilmiştir, İstiklal
Harbinde de Gazi Mustafa Kemal ve o büyük kahraman millet Ankara'da
Anadolu'dan bizi sökemezsiniz demiştir. Sonra da, Ankara'yla tekrar
Edirne buluştu ve bir kolumuz da Asya'nın derinliklerinde, öbür
kanadımızla, o Selçuklu Kartalı gibi öbür kanadımızla da Avrupa'nın
derinliklerinde yolumuza devam edeceğiz, bu yoldan da bizi kimse
döndüremeyecek.

Şimdi Edirne'de tecessüm etmiş bu iradenin dış politikamıza yansıması
nedir ve Balkan politikamız neye dayanıyor?

Biz bilinçli şekilde 1912'nin 100. yılında Edirne'yi seçtik ve
bilinçli bir şekilde Güneydoğu Avrupa Ülkeleri Dönem Başkanı olan
Sırbistan yönetimine, Sayın Tadiç'e ve Dışişleri Bakanı Vuk Jeremic'e,
geçen hafta da Türkiye'ydi ve birkaç gün önce aslında
Büyükelçilerimize hitap etti, 'gelin birlikte 2012 yılını 100. yılında
Balkan Savaşından Balkan barışına yılı ilan edelim. Savaştık,
hesaplaştık, ama geleceği geçmişin ön yargıları üzerine değil, ortak
barış havzası olarak yeni bir vizyon üzerine kuralım' dedik.

Buradan da bu yılın, 2012 yılının ilk mesajlarını Edirne'den vermek istiyorum.

Niye Balkan barışı? Dış politikamızı Balkanlar'da, Ortadoğu'da,
Kafkaslar'da, Orta Asya'da, Afrika açılımında neye dayandırdık? İki
unsuru öne çıkarttığımızı görürsünüz.

Bir, bu çevre havzalarda tarihin normalleşmesini istiyoruz; ne
kastettiğimi anlatacağım, tarihin normalleşmesi.

İki, geleceğe kriz odaklı değil vizyon odaklı bakmak istiyoruz, ön
yargıyla değil, bir ufukla bakmak istiyoruz.

Şimdi bunların Balkanlar'a yansıması nedir? Ne demek tarihin normalleşmesi?

Balkanlar'a ve Ortadoğu'ya aslında büyük haksızlık yapılıyor.
Avrupa'da ne zaman bir karmaşadan bahsedilse, Balkanlar gibi denir ya
da Ortadoğu gibi denir. Ne zaman etnik çatışma, dini çatışma akla
gelse, hemen Balkanlar veya Ortadoğu akla gelir. Ve zannedilir ki
oryantalist bir bakışla, Balkan milletleri, Ortadoğu milletleri
birbirine öldüren, kana susamış milletler, hep böyle yaşadılar.
Bakınız, 19. yüzyılın son çeyreği, ikinci yarısı ve 20. yüzyılı dışarı
alırsanız, paranteze alırsanız, ondan önceki uzun asırlar Balkanlar'da
barış asırlarıdır. Edirne, Filibe, Selanik, Saraybosna, Üsküp,
herhangi bir çatışmayı ve savaşı 19. yüzyılın sonlarında, Balkan
Savaşına kadar neredeyse görmediler, Saraybosna daha önce gördü. 20.
yüzyıl bu bölgelerin tarihinde bir parantezdir, maalesef kötü bir
parantez. Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı,
Soğuk Savaş ve Soğuk Savaş sonrasında Bosna'da ve eski Yugoslavya'da
çıkan çatışmalar. Şimdi biz bu parantezi kapatmak istiyoruz. Bu
savaşların hiçbirisi de Balkan milletlerin kendi iradeleriyle ortaya
çıkmış savaşlar değildir. Balkan milletleri 14. yüzyıldan bugüne kadar
herhangi birisi, bunu Osmanlı asırlarını hamasi bir şekilde yüceltmek
için söylemiyorum, yanlış anlaşılmasın, tarihi bir bağ olarak
söylüyorum, yani Balkan şehirlerinin herhangi biri Balkan Savaşına
kadar büyük savaş görmemiştir; Ortadoğu şehirleri de görmedi. Kahire,
o uzun savaşlı yıllardan sonra Napolyon gelene kadar herhangi bir
savaş, iç isyan - birtakım rahatsızlıklar oldu ama - büyük savaşlar,
yıkımlar görmedi; Bağdat için de durum böyle. Yani, bu oryantalist
yaklaşımı Balkan ve Ortadoğu milletlerinin böyle kan ve şiddet ruhunda
olan milletler gibi takdim eden yaklaşımı önce zihniyetimizden
sileceğiz. Asırlarca bu milletler, halklar, topluluklar, bütün Balkan
şehirlerinde bir arada yaşadılar. Ve dışarıdan gelen bu müdahaleler
içinde çok büyük acıları da yaşadık, şimdi bu acıları paylaşma
vaktidir. Tarihin normalleşmesinden kastım, birbirimize bakışımızın,
bir birimizi anlayışımızın yeni bir zihniyetle ele alınmasıdır.

Nedir? Bunun 5 unsurunu görüyorum Balkanlarla ilgili olarak.

Bir; şehirlerin normalleşmesi, daha devletlerle gelmeden şehirlerin.

Bakınız, Edirne'nin, Selanik'in, Üsküp'ün, Saraybosna'nın 16-17.
yüzyıldaki, hatta 19. yüzyıldaki dünya ekonomisindeki yerlerine bakın,
bir de şimdiki dünya ekonomisindeki yerlerine bakın, çok büyük bir
düşüş vardır. Ben Selanik Belediye Başkanı Yannis Boutaris'le geçen
sene görüştüğümde, ki çok aydın bir Belediye Başkanıdır, kendisini çok
takdir ederim, şunu söyledi: 'Selanik, asırlar boyu bütün Doğu
Avrupa'nın, Balkanlar'ın liman şehri oldu, büyük ekollerin, birçok
farklı etnik ve mezhebi yapıların kaynaştığı ve Akdeniz'in en canlı
liman şehirlerinden biriydi. Şimdi Selanik, Yunanistan'ın hemen 100
kilometre ötesinde nerdeyse Makedonya'yla sınırı olan kenarda kalmış
bir şehir haline dönüştü.'

Üsküp, Balkanlar'daki optimum konumuyla her türlü ticaret ve kültür
akışının merkeziydi, şimdi daralmış bir alanda, kendimce Edirne'miz de
böyle. Edirne doğal hinterlandından koptu, Selanik doğal
hinterlandından koptu, Üsküp doğal hinterlandından koptu, Filibe doğal
hinterlandından koptu. Biz Edirne'ye serhat şehri diyoruz. Halbuki
Edirne, evet, bugün itibarıyla serhat şehrimizdir ama, tarihte
oynadığı rol itibarıyla merkez bir şehirdir. Batıya doğru, Avrupa'ya
doğru giden her kervan, Avrupa'ya doğru giden her fikir ve sonra da
Avrupa'dan Anadolu'ya gelen fikir ve her kervan Edirne üzerinden geçti
geldi. Edirne bir merkez şehirdir. Ama, Balkan Savaşlarının üzerine
kurulan o parçalanmış Balkanlar ve daha sonra soğuk savaş yaşarken
Bulgaristan'ın ve Türkiye'nin ayrı iki blokta yer alması, birden
Edirne'yi neredeyse çıkmaz sokak haline getirdi. Bu Halep için de
böyledir, Trabzon-Batum ilişkisinde de böyledir. Bizim politikamız, bu
çıkmaz sokakları ortadan kaldırmak ve şehirlerimizi doğal
hinterlantlarıyla bütünleştirmek, paylaştırmak, kaynaştırmak.

Selanik için de bu böyle; bir barış projesi geliştirelim, Selanik'le
İstanbul arasında otoban kuralım, hızlı tren hatları oluşturalım.
Selanik bu anlamda tekrar kendi kimliğine kavuşsun, o güçlü ekonomik
alt yapısına kavuşsun. Ben de Alaca İmaret'e Selanik'te gittiğimde her
zaman hüzünle bakmam. Ama, geçen defa bir farkımız oldu, ben geçen
sefer gittiğimde girebilmiştim, daha önce gittiğimde hiç girememiştim.
Ama, orada o kültürel kimliğin mevcudiyeti bir tehdit ya da farklılık
değil, bir güçtür; bunu paylaşmamız lazım. Edirne'miz için de bu
geçerli. Şu anki yaklaşımımız, tarihin normalleşmesinden
kastettiğimiz, bütün bu Balkanlar'daki tarihi şehirler birbirlerine
tekrar eklemlenmeli. Onun için Trakya Üniversitesi'nde, çok sayıda
şimdi şehitlikle Balkan kökenli öğrenci görmekten büyük bir memnuniyet
duydum. Çok teşekkür ederim Sayın Rektörüm ve sizin şahsınızda bütün
üniversiteye de teşekkür ediyorum. Bu, dış politikamıza da büyük bir
katkıdır. Türkçe bilen Kosovalı Arnavutların, soydaşların burada görev
yapıyor olması, Gagavuz Türklerinden burada eğitim görülüyor olması,
bunlar bizim için büyük kazançtır. Onların inşallah bir kısmını da
Ankara'da belki ait oldukları ülkelerin büyükelçileri olarak
göreceğiz, belki bir kısmını da bizim büyükelçimiz olarak başka
yerlere göndereceğiz. Biz artık bu ayrımların bitmesini istiyoruz.

İkincisi; devletlerin normalleşmesi, devletler arası ilişkilerin normalleşmesi.

Soğuk Savaş sonrası dönemde maalesef devletler arası ilişkiler hala
normalleşemedi, yani Bosna Hersek-Sırbistan ilişkisi, Sırbistan-Kosova
ilişkisi, Yunanistan-Makedonya ilişkisi normal bir seyirde takip
etmedi. Ne acılar yaşarsak yaşayalım, bizim Türkiye olarak
Balkanlardaki politikamız, bütün halklarla tekrar buluşma, kaynaşma
politikasıdır. Bakın, Edirne müdafaasında çektiğimiz acı üzerine
bunları söylüyorum, onları konuştuktan sonra bunları söylüyorum, o
acıları derin bir şekilde hissetmemize rağmen bunları söylüyorum.
Çünkü, Selanik'i her zaman hatırladığında gözleri dolan ve her Rumeli
türküsüyle gönlü kıpır kıpır olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bütün o
acıları yaşadıktan sonra Balkan Paktı'na da öncülük yapmıştır. Aynı
nesil, Balkanlar'dan koparılıp getirilen o nesil, aynı zamanda
Balkanlar'a dönüp barış çağrısı yapmıştır hem Venizelos'a, hem 1934'te
Balkan Paktının kurulmasıyla.

Bakın, Atatürk 1931 yılında İkinci Balkan Konferansında Ankara'da ne
diyor; "... denilebilir ki, Türkiye Cumhuriyeti dahil olduğu halde son
asırlarda vücut bulan bugünkü Balkan devletleri, Osmanlı
İmparatorluğu'nun yavaş yavaş parçalanmasının ve nihayet tarihe
gömülmesinin tarihi neticesidir. Bu itibarla Balkan milletlerinin
asırlara şamil müşterek bir tarihi vardır. Bu tarihin elemli hatırları
varsa da, onlara sahip olmakla bütün Balkanlılar müşterektir." Yani
şunu diyor: Hepimizin acısı müşterek. "Türklerin hissesi ise daha az
acı olmamıştır. İşte siz, muhterem Balkan milletleri mümessilleri,
mazinin karışık his ve hesaplarının üstüne çıkarak derin kardeşlik
esasları kuracak ve geniş birlik ufukları açacaksınız, ihmal olunmuş
ve unutulmuş büyük hakikatleri ortaya koyacaksınız. Balkan milletleri
içtimai ve siyasi ne çehre arz ederlerse etsinler, onların Orta
Asya'dan gelmiş aynı kandan, yakın soylardan müşterek cetleri olduğunu
unutmamak lazımdır. Görüyorsunuz ki, Balkan milletleri yakın maziden
ziyade uzak ve derin mazinin kırılmaz çelik halkalarıyla birbirine
pekala bağlanabilirler."

Bakınız, burada birkaç hususa dikkat ediniz.

Bir; elemli hatıraları varsa da onlara sahip olmakla bütün Balkanlılar
müşterektir. İşte bu Türk Milletine has bir hasrettir. Her millet
kendi acısını bilir, her millet kendi acısını tek acı zanneder, ama
biz bütün milletlerin acılarını da anlarız, çünkü en büyük acıyı biz
çektik. 1912'yle 1923 yılları arasında şu veya bu akrabası, dedesi bir
Balkan veya Trablusgarp veya Yemen veya Kafkas cephesinde şehit
olmamış kimse yoktur belki bu salonda. Benim de bir dedem Çanakkale'de
şehit oldu, diğer dedem Suriye Cephesinden döndü, döndüğü gün İstiklal
Harbi için tekrar harekete geçti; hepimizin hatıraları var. Hele hele
Balkan muhacereti, o uzun Balkan muhacereti ve Edirne'nin, İstanbul'un
bu muhaceret esnasında çektikleri, en büyük savaş suçlarını içinde
barındıracak şekilde büyük göçlerin hikayesidir. Ama biz, bütün bu
acılara rağmen yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurucu
dönüp diyor ki, 'elemimiz müşterektir, gelin elem üzerine değil,
vizyon üzerine bir Balkanlar kuralım'. Şimdi biz dönüp işte bu metni
ve bu anlayışı Fransız Meclisine söylüyoruz: 'başkalarının acıları
üzerine emperyalist planlar kurmayın, 1915'te sizler acı çekmediniz,
Gelibolu'da 250 bin şehit veren bir millet de acı çekti, Kafkas
Cephesinde de acı çekildi, Fransız işgali altında Maraş'ta da acı
çekildi, Urfa'da da acı çekildi. Bir liderin liderlik farkı burada,
işte Mustafa Kemal'le Sarkozy arasındaki fark da burada.'

Birisi doğduğu yeri terk eder, her Rumeli türküsüyle gözü dolar, büyük
hicretler yaşamış bir milletin yeni devletinin kurucusu, birçok
düşmanlık üzerine tezler kurarak o devleti tahkim etmeye
çalışabilirdi, her gün acıyı hatırlatabilirdi. 'Bakın, her tarafınız
düşman dolu, Yunanlılar sizi işgal etti, Anadolu'da şöyle kıyım
yaptılar, Yunanlılara düşman olmamız lazım' diyebilirdi o yeni devlet,
düşman olgusu üzerine kurulabilsin diye ya da döner Bulgarlara Edirne
Muhasarası diyebilirdi. Öyle demedi, Venizelos'a da elini uzattı,
Balkan Paktı'nın da öncülüğünü yaptı. Çünkü o lider, yaklaşık 10
asırlık bir harmanın ürünüdür. O lider ve o liderler, Alaca İmaretinin
ya da Selimiye'ye bakarak gücü gördüler, güçle estetiğin bütünleştiği
bir dünyanın liderleri. Sarkozy ise ve Fransız liderler, bir tek
lideri kastederek söylemiyorum burada, onu da bir örnek olarak
söylemiyorum, onlar ise hiçbir acı çekmeden başka milletlere acı
çektirerek bugün geldikleri yere geldiler ve başkalarının acıları
üzerine yeni bir tarih inşa etmeye çalışıyorlar. Ve dönüp diyorlar ki,
'şu milletin acısı acı değildir, bilinmese de olur, okunmasa da olur,
çünkü o başka, öbür tarafta'; Türk milleti için. 'Ama bir başka halkın
acısı her an hatırlanması, her an bu doğuştan suçlu görülen millete
hatırlatılması gereken bir acıdır.'

Zürih'te protokolleri imzaladığımızda ben bir konuşma yapmayı
planlamıştım, Ermeni tarafı istemedi, biraz da çekindiler. O konuşmada
şunu söyleyecektim, hala metni vardır devlet kayıtlarımızda: 'Sizi
adil bir hafızaya çağırıyorum, tek taraflı bir hafızaya değil. Adil
bir hafıza demek, tarihin birlikte konuşulması demek. bütün
hafızaların birleştirilip kolektif bir vicdanın çıkarılması demek. 12
yıl, 1911'den 1923'e kadar Avrupa ve Avrasya'nın neredeyse her yerinde
şehitler bırakmış, böyle toprağa serpilmiş bir şekilde her yerinde göç
yaşamış bir milletin bu acıların unutup tek bir acıyla tarih yazmak
demek değil.'

Benim yurt dışı ziyaretlerimde, arkadaşlarım bilir, Büyükelçilerime
verdiğim iki talimat vardır.

Bir; temsil ettiğim millet açısından olmazsa olmaz talimatı, nereye
gidersek gidelim, bir tek Türk şehidimiz varsa bile şehitliği ziyaret
ederim, iki elim kanda olsa şehitliği ziyaret ederim. Korfu Adası'na
gitmiştim AGİT toplantısı için, dediler ki, savaşta esir alınıp da
orada vefat etmiş birkaç şehidimizin mezarı var, toplantıdan çıktım
önce o mezara gitti, onların rızası aldım. Ben o toplantıda o
şehitlerin döktüğü kan hürmetine bulunuyorum, onları unutmam.

Ve emin olunuz, o yıllarda, onun için o büyük engin coğrafyadan
bahsediyorum, o yıllarda şehit düşenlerin sadece Çanakkale'de,
Kafkasya'da, Sarıkamış'ta olduğunu düşünmeyin. Nerelerde biliyor
musunuz? Letonya'da şehitliğimiz var esir düşen Galiçya'daki
askerlerimizden kalan şehitlik. Yemen'de şehitliğimiz var, Sayın
Cumhurbaşkanımızla gittik, en güzel mekanı yaptık. Daha çarpıcısını
söyleyeyim, biraz da o şehitlerin hatırına, önemine de inanıyorum,
Burma'da, Myanmar'da Türk şehitliği var, Arakan'da. Oraya götürülen,
İngilizlerin esir aldığı ve esir kampında şehit düşen atalarımız var.
Ve bu sene oraya Büyükelçilik açma kararı aldık, açacağız. Nerede bir
şehidimiz varsa, orada büyükelçimiz olacak. Biz, gücümüzü toprağın
üstünden olduğu kadar toprağın altından da alırız. Ve büyükelçiliğimiz
bu yıl içinde açılacak, ilk talimatımız da oradaki şehitlerimizin
şehitliğini ihya edeceksiniz.

Niçin bunu söylüyorum? Bir millet ki, Burma'dan Letonya'ya, Yemen'den
Sarıkamış'a kadar her yerde şehit bırakmış, her yerde insanları büyük
ıstıraplar içinde ölmüş, esir kamplarında savaş suçları işlenerek
katledilmiş şehitlerimiz var, o insanların acıları unutulacak ve aynı
millet kendisini savunma hakkından bile uzaklaştırılarak, o bile
elinden alınarak doğuştan suçlu ve ebediyete kadar suçlu makamına
oturacak; buna izin vermeyiz. Onun için, söyledim, bütün Ermenilere,
nerede olurlarsa olsunlar 10 asır birlikte yaşadığımız komşularımız,
aynı toprağı paylaştığımız, geçmiş tarihi paylaştığımız
tarihdaşlarımız olarak biz onlara saygı duyuyoruz, onların acılarını
onlar da bizim acılarımıza saygı duyması çerçevesinde aynen Atatürk'ün
dediği gibi ortak elemlerimizi paylaşmaya da hazırız, ortak ağıtlar da
yakabiliriz, ama bu acı paylaşımı adil bir hafıza çerçevesinde olsun.
Buradan bu mesajı tekrar iletmek istiyorum.

Niye Balkan Savaşı biraz önce şehitlikte bulunduktan sonra o acıyı, o
hatırayı, Şükrü Paşa'yı andıktan sonra Atatürk'ün bu sözüyle konuşmama
devam ettim? İşte Balkan Savaşı'ndan Balkan barışına bu konuşma bu
perspektifle tekrar kurmak istiyoruz.

Merak etmişsinizdir, ikinci talebim nedir büyükelçilerden diye
gittiğimizde birisi şehitlikse, ikincisi de antika kitapçıları gezmek.
O da Sayın ...'in ilgisini çekebilir. Mutlaka oradaki kitapçıları da
gezerek o halkın kültürüne sahip olmaya çalışıyoruz.

Yine bu dönemde Atatürk'ün aynı konferans çerçevesinde yaptığı bir
konuşmayı da söyleyerek devletler arası ilişkilerin nasıl olmasını
gerektiğini tekrar hatırlamamıza vesile olur diye düşünüyorum: "Balkan
birliğinin temeli ve hedefi, karşılıklı siyasi müstakil mevcudiyete
saygıyla dikkat ederek, iktisadi sahada kültür ve medeniyet vadisinde
teşviki mesai eylemek olunca, böyle bir eserin bütün medeni beşeriyet
tarafından takdirle karşılanacağından şüphe edilemez. İnsanları mesut
edecek yegane vasıta, onları birbirlerine yaklaştırarak onlara
birbirleri sevdirerek karşılıklı maddi ve manevi ihtiyaçlarını temine
yarayan hareket ve enerjidir. Cihan sulhu içinde beşeriyetin hakiki
saadeti ancak bu yüksek ideal yolcularının çoğalması ve muvaffak
olmasıyla mümkün olacaktır." Bir başka konuşmasından; "Bir Balkan
birliği kurmalıyız. Dünyanın ufuklarında kara bulutlar görüyorum."
İkinci Dünya Savaşı öncesi. "Balkan birliği kurulabilirse, bir Avrupa
birliğine giden yol da açılır. Batı devletlerinin de er geç
birleşmesinde zorunluluk doğar. Balkan birliği, ekonomik, kültürel,
politik ve askeri bir birlik olmalıdır. Hudut da olmayacaktır, her
millet demokrasi esaslarına göre kendi varlığını muhafaza edecektir."
Vizyona bakınız. Balkan Savaşlarından 20-25 yıl sonra söylenen bir
Balkan konferansında yapılan konuşmadan bu notlar.

Şimdi bizim de çağrımız şu bütün Balkan milletlerine: Bu ortak acıları
paylaşalım, ortak tarihimizin sadece acılarını değil güzel asırlarını
da paylaşalım. Bıraktığımız köprüleri, imaretleri, oradaki
kervansarayları da paylaşalım ve beraberce gelecek vizyona yürüyelim.
Şehirlerimizi yeniden kendi şehirlerimiz olmak kadar Balkan şehri
yapalım. Şehirlerimizi normalleştirelim, tabii hinterlantlarıyla
buluşturalım. Onun için vizeler kalksın diyoruz. Onun için şuradan
birkaç kilometre gidince sınırda hemen karşımıza bir duvar dikilmesin
diyoruz. Bulgar dostlarımıza diyoruz, Yunan dostlarımıza diyoruz ve
Avrupa'ya diyoruz. Avrupa ile Türkiye arasında vize bariyeri kuranlar
tarihin normalleşmesini engellemeye çalışanlardır. Kendilerinden
korkanlardır. Biz niye herkesle vizeyi kaldırıyoruz? Çünkü biz
kimseden çekinmiyoruz. Gelene bu topraklarda yer var diye düşünüyoruz,
evimiz açık diye düşünüyoruz engin hoşgörümüzle. Gittiğimiz zaman da
bir barış elçisi olarak gitmeye özen gösteriyoruz. Vize bariyerleri
yoluyla kendi hudutlarını kapattıklarını zannedenler ve kendilerini
koruduklarını zannedenler, aslında vize yoluyla kendi zihinlerini,
gönüllerini kapatıyorlar. Biz bu vizeleri kaldırana kadar ve bir gün
Edirneli bir kardeşim arabasına binip hiçbir engelle karşılaşmadan,
hatta hiçbir kapıyla da karşılaşmadan ta Saraybosna'ya, daha ötesine,
Viyana'ya, Berlin'e gidene kadar bu mücadeleyi sürdüreceğiz.
(Alkışlar)

Bakın hayal olan şeyler gerçekleştirdik. Ben 86 yılında eşimin mecburi
hizmeti dolayısıyla Kars'a gitmiştim. Oradan dönerken doktorluk
mecburi hizmeti, Artvin'e uğradım ve Sarp Köyüne kadar gittim sınıra.
Sene 86, Sarp Köyü, o zaman Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile Sovyetler
Birliği arasında ikiye bölünmüştü. Caminin mihrabı bir tarafta, cemaat
mahalli bir taraftaydı. Karşılıklı aileler, eşi ve arkadaşı o
köylüydü. Karşılıklı aileler birbirlerini oradan görürler, el
sallarlar, ama konuşamazlardı. Konuşmaları için yüzlerce kilometre
gidip başka bir sınır kapısından girmeleri gerekirdi. Bu Batum'un,
Trabzon'un, Rize'nin tarihinin paranteze alınmasıydı. Bir anormal
durumdu, bir anormaliteydi. Şimdi ne durum biliyor musunuz? Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşları Batum'a, Gürcistan'a pasaportla da
gitmiyorlar, sadece kimlik gösteriyorlar ve giriyorlar, geçen hafta
uygulama başladı. Gürcüler de, kardeşlerimiz de aynı şekilde bize
geliyorlar. Pasaportu da kaldırdık. Türkiye Cumhuriyeti kimliğiyle şey
gösterir gibi, hani öğrencilerimiz için söylüyorum, pasa vardı,
gösterirler otobüse binmek için gibi Gürcistan tarafına geçiyorlar.
Artvinli vatandaşlarımız uçakla Batum'a gidiyorlar, çünkü daha yakın,
Batum'dan kimlik gösterip bu tarafa geçiyorlar. Çünkü, Batum'la
Trabzon ayrılamaz.

Şimdi Avrupa Birliği'ni bir barış projesi haline getirenler Edirne ile
Filibe'yi, Edirne ile Üsküp'ü, Edirne ile Selanik'in arasına duvar
örmeye çalışıyorlar, bu duvar yaşamaz, bu duvar bir gün çökecek.

Türkiye ile Gürcistan'ın ilişkisi, Avrupa Birliği-Türkiye
ilişkilerinden daha medenidir bugün, daha çağdaştır, daha insancıldır.
Her zeminde vizeleri kaldırmak için çaba sarf ediyoruz. Bu bizim
iyiliğimiz için değil, bu Avrupa'nın iyiliği için de geçerli. Eğer
bugün vize olmasa ve Türk ekonomisinin dinamizmi Avrupa'ya ulaşabilse
vize engeli olmadan, Yunanistan'daki kriz bu hale gelmeyebilirdi.
Artık Avrupa'nın önünde birkaç milyon veya milyar yardım için bekleyen
Avrupa'nın veya IMF'in önünde bir Türkiye yok. Kendi ekonomisinin
dinamizmiyle başka ülkelere de şifa, deva olabilecek bir ülke Türkiye.
Biz onlara bir yük değil bir nimetiz. Biz onlara bir hasta adam değil,
bir doktoruz, bir şifayız. Bunu gördükleri gün, Avrupa'nın geleceği de
daha parlak olacak. O zaman ne yapacağız? Bu şehirleri
normalleştireceğiz sonra ulus devletlerin ilişkilerini
normalleştireceğiz. Kimsenin toprağında gözümüz yok, kimseyle emperyal
bir ilişki içine girmek istemiyoruz. O Osmanlı rüyaları, hani bizim
hakkımızda çok daha söylenir, hayır böyle bir hülya rüya içinde de
değiliz. Aynen Atatürk'ün dediği gibi çağdaş bir şekilde bütün
devletlere eşit mesafede saygı duyarak yeni bir Balkanlar kurmak
istiyoruz. Ama şunu da söylüyoruz: 16. yüzyıl Balkan milletlerinin
dünyaya hükmettiği bir yüzyıldır. Osmanlı vezirlerinin hangisini
alırsanız alın biri Balkan kökenlidir. Arnavut kökenlidir, Boşnak
kökenlidir, Sırp kökenlidir, her kökenden vardır yani. Ama o dönemler
Balkanların dünya siyasetinin merkezinde olduğu bir dönemdir bunu da
kimse inkar edemez. Kimse o yüzyıllar yaşanmadı diyemez, o yüzyıllar
yaşandı. Bu ulus devletler bu kardeş halklarda, dost halklarda kendi
tarihlerinde Osmanlı'ya tek taraflı bakmayı bırakacaklar. Nasıl
Cumhuriyet kurulur kurulmaz yeni bir zihniyet inşa etti, bu anlamda
Balkan milletlerine yaklaştı, onlar da yeni bir zihniyet inşa
etmediler. Allah aşkına Osmanlı arşivi olmadan Sırbistan tarihi
yaşanabilir mi? Osmanlı arşivi olmadan Bulgar tarihi yazılabilir mi,
Yunanistan tarihi yazılabilir mi ve çok güzel örnekleri de var bu
karşılıklı saygının. Biliyorsunuz Bosna Hersek-Türkiye-Sırbistan
arasında üçlü bir mekanizma başladı iki sene önce Sayın Vuk Jeremiç,
Sırbistan Dışişleri Bakanı ve Sven Alkalaj, Boşnak Dışişleri Bakanıyla
ve bekleyen 5-6 büyük problemi birkaç ayda çözdük; Sırbistan
Srebrenista dolayısıyla özür diledi, karşılıklı büyük elçiler
gitti-geldi. Avrupa ülkelerinin 3-5 sene çalışıp uğraşıp yapamadıkları
hususu 3 ülke bir araya gelip dışişleri bakanları, sonra da liderler
zirvesinde adım adım çözdük. Sırbistan Dışişleri Bakanı, dostum, geçen
günlerde de söylediğim gibi Türkiye'deydi, bana şöyle bir anekdotunu
anlattı: Bir önemli Avrupa ülkesinin Dışişleri Bakanı ona demiş ki,
'biz bu kadar uğraştık bizi dinlemediniz. Türkler size 400-500 yıl
hükmettiler, onların sözünü dinliyorsunuz, bizi dinlemiyorsunuz.'
Cevabı çok güzel, çok da sevimli bir şekilde söyledi; 'siz de
Türklerle 400 yıl beraber yaşasaydınız söz dinlemeyi öğrenirdiniz'.

Bunu Türklerin üstün olduğu, söz dinlettiği anlamında söylemiyorum.
Ama bir Sırp'ın ne kadar samimi bir şekilde bunu bir Türk'le paylaşımı
işte barışın göstergesi bu. Balkanlarda birbirine en ön yargılı gibi
görünen toplumlar Türkler ve Sırplar diye söylenir ama Sırp Dışişleri
Bakanı son 1 ay içinde Türkiye'ye 3 kez geldiyse ve 3 kez misafirim
olduysa işte barış böyle inşa edilir. Her bir ulus devletin sınırına
saygı gösteririz, kimsenin toprağında gözümüz yok. Ama tarihi de hep
beraber tekrar okuyalım diyoruz. Sakin bir şekilde artık bu
devletlerin kurulmasının üzerinden on yıllar geçti sükunetle bakalım.
Bu tarihini tekrar inşa edelim. Üçüncüsü, şehirleri normalleştirmek,
ulus devletleri normalleştirmek üçüncüsü de bölgesel bir entegrasyon
ve sahiplenme ortamı çıkarmak. Bölgesel bir alan oluşturmak. Onun için
Balkan barışı diyoruz. İstiyoruz ki, ekonomik olarak, kültürel olarak
siyasi olarak Balkanlardaki her bir millet birbirine tam anlamıyla
entegre olsun.Kosova, Sırbistan ihtilafı üzerine konuşurken Sırbistan,
Bosna Hersek iki tarafa da söylediğimiz şey şu: 3-4 tarafa da şimdi bu
küçük toprak parçaları üzerinde tartışmak yerine öyle bir Balkan
beraberliği kuralım ki, herkes kendi toprağında onurlu bir şekilde
yaşasın ama arada da sınır kalmasın. Onun için Güneydoğu Avrupa
Ülkeleri Forumunun bu seneki gündemi Balkan Savaşının, Balkan barışını
ve çok sayıda toplantı yapacağız. Ve istiyorum ki, Trakya Üniversitesi
bu anlamda öncü lider bir üniversitemizdir gençlerimiz birbirlerini
tanısınlar. Trakya Üniversitesinden giden öğrenciler belki de en fazla
Türk karşıtlığının olduğu yerlerdeki üniversitelere gitsinler. Ve o
yaşıtlarıyla o akranlarıyla yüz yüze, göz göze baksınlar, geleceği
konuşsunlar. Onlar buraya gelsin, Sırp öğrenciler, Makedon öğrenciler,
bütün öğrenciler. Daha çok genç nesil korku, hiddet, karşılıklı nefret
üzerine değil, vizyon üzerine bir gelecek kursun. Bu bölgesel
sahiplenmedir ve bunu gerçekleştirene kadar da çalışacağız.
Ortadoğu'da da temel hedefimiz budur. Büyük bir bölgesel birliği inşa
etmek hep beraber. Bu topraklar, her türlü doğal zenginliğe sahip
çevre bölgelerimiz. Bir araya geldiğimizde bu bölgeler dünyanın çekim
alanı haline gelecektir. Yeter ki, mezhep, din, etnisite üzerinden
bizi birbirimizle çarpıştırmak isteyenlere fırsat vermeyelim. Yeter
ki, acılarımızı yüreğimize gömelim ama zihinlerimizi geleceğe dönük
olarak açık ve berrak tutalım.

Üçüncü şart bölgesel sahiplenmedir. Dördüncüsü de yeni bir Avrupa'da
yeni bir Balkanlar kurmak. İşte Avrupa'nın bu son yaşadığı ekonomik,
politik krizde ben şeyi Büyükelçiler Konferansının açılışından
söyledim 1991-89-91'de bir jeopolitik bir deprem yaşandı en fazla
Balkanları etkiledi Sovyetlerin çöküşüyle birlikte Balkanlar Orta Asya
yeni bir jeopolitik bir alan doğdu bir deprem yaşandı. 2002'de 11
Eylül üzerinde bir güvenlik depremi yaşandı. 2011'de bir ekonomik
politik deprem yaşanıyor Avrupa'da. Ve bütün Balkanların hep
perspektifi şuydu 90'lı yılların savaşlarından sonra: Avrupa
Birliği'ne bir gün girersek daha müreffeh ve barış içerisinde
yaşayabiliriz, Avrupa Birliği bir umuttu, hala umut. Bizim için de
hala çok önemli en temel stratejik hedef. Ama şunu da görmemiz lazım:
Bugün Avrupa Birliği'nde çok büyük bir ekonomik politik deprem
yaşanıyor ve bunun nereye doğru gideceğini de kestirmek çok zor. Ben
onun konuştuğum Balkan dışişleri bakanlarına ... bunu söylüyorum evet
hepimizin hedefi Avrupa Birliği. Ama Avrupa Birliğinde bu kriz
yaygınlaşırsa kendi başımızın çaresine nasıl bakacağımızı da beraber
konuşmalıyız. Eğer Avrupa Birliği yaşarsa Avrupa Birliği içinde bir
takım havzalar doğacak. Nasıl İskandinav, Kuzey ülkeleri var. Nasıl
Orta Avrupa ülkeleri var Fransa ve Almanya. Nasıl Akdeniz ülkeleri bir
çekim alanı oluşturmaya çalışıyor, bir de Balkan ülkelerinin çekim
alanı olmalı Avrupa Birliği başarıyla sürerse. Ama Avrupa Birliği
krize düşerse, bundan en olumsuz etkilenecek yer, bunu bir uyarı
olarak söylüyorum, en fazla olumsuz etkilenecek yer Balkanlardır.
Niçin biliyor musunuz? 90'lı yıllardaki mikro etnik milliyetçilik ve
parçalanmadan çıkıştaki en önemli yol, ümit bir Avrupa Birliği
ümidinde tekrar bütünleşmeydi. Şimdi o ümit kaybolursa tekrar mikro
etnik parçalanmalara gidebilir Balkanlar. Yani Balkanların kaderi, bu
anlamda iki ekstrem yöndedir. Ya mikro etnik parçalanma ya da tam ve
bütün olarak bir Balkan kaderini birlikte kurup büyük bir bölgesel
eksen oluşturmak. Arada durmak çok zor. Onun için biz ikinci
alternatif krizin önlenmesi ve ikinci alternatifin gerçekleşmesi için
çaba sarf edeceğiz. Ve Balkanlara girdiğimizde de niyetimiz ve
hedefimiz Avrupa Birliğine girdiğimizde niyetimiz ve hedefimiz Avrupa
Birliğinin böyle kenar bir bölgesi olmak değil. Hani ikinci sınıf bir
ülkeler topluluğu, muhtaç ve karar verme mekanizmasına giremeyen bir
ülkeler topluluğu değil, aksine Avrupa'nın kaderini şekillendiren yeni
bir Balkanlar coğrafyası oluşturmak, hedefimiz bu olmalı Avrupa
içindeki hedefimiz de böyle bir vizyona dayanmalı. Son olarak da
şehirlerin normalleşmesi, ulus devletlerin normalleşmesi, bölgenin
normalleşmesi, Avrupa'nın normalleşmesi küresel düzende Balkanların
yeni bir yer edinmesi küresel ekonomi politikte, küresel siyasette ve
küresel kültürde. Bugün küresel kültürün en büyük açmazı ve en büyük
problem alanı, küresel kültürde çok kültürlülüğünün mikro ünitelerde
yaşayabilme kabiliyetidir. Bu Paris arka sokakları için de geçerli,
Malezya'daki Hint, Çinliler arasında yaşanan mahallelerde de geçerli.
Her yerde geçerli en önemli problematik bu. Balkanlar bu pratiği
geçmişte yaşadıkları için gelecekte de yaşayabilirler. Saraybosna'da
Başçarşı'da yürürken aynı sokak üzerinde gidene kadar kilisenin,
caminin, havranın arka arka sokaklarda beraber bulunabilmesi, Üsküp'te
bunun olması, Selanik'te olmuş olması büyük küresel kültür için bir
ümittir ve bir feyz kaynağıdır, bir ilham kaynağıdır. Küresel kültüre
de Balkanları parçalanmış bir coğrafyanın yansıması değil, aksine
bütünleştirici bir kültürün omurgası olarak takdim etmeliyiz. Özetle
bizim dış politikalarımızın esası, bir şekilde şu veya bu neticeyle
korktuğumuz coğrafyalarla tekrar bütünleşmektir. Kalıcı ve ebedi bir
şekilde bütünleşmek. Konya'dan Bursa'ya, Bursa'dan Edirne'ye,
Edirne'den İstanbul'a, İstanbul'dan, Saraybosna'ya bütün o
coğrafyalara yayılan ruhun o barış mesajının iletilmesini sağlamak.
Edirne'nin ruhunu Avrupa'ya, dünyaya tekrar tanıtacak enerjiyi. Onun
için bu sene Edirne'de bu toplantıyı yapmamız özel olarak anlamlıdır.
Ve bizimle beraber olan evladı fatihan'ın bugünkü temsilcilerine de
teşekkür ediyorum. Tabii bütün bunları söyleyince de madem Edirne gibi
şiirsel bir şehirdeyiz şiir gibi bir Selimiye'nin huzurundayız
Rumeli'den bahsedince Yahya Kemal'den birkaç dize okumadan olmaz,
onunla konuşmama son vereyim.

Yahya Kemal diyor ki;

Üsküp ki Yıldırım Bayazıd Han diyârıdır
Evlâd-ı Fâtihân'a onun yâdigârıdır.
...
Üsküp ki Şar-dağ'ında devâmıydı Bursa'nın
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.
...
Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene


Biz Balkanlardayız, Balkanlar bizde. Biz Balkanlarız, Balkanlar biziz.
Bizi Balkanlardan koparmak Avrupa'dan koparmak mümkün değil.
Geleceğimizde Balkan milletleriyle birlikte bir barış geleceği, olacak
bunu hep beraber gerçekleştireceğiz özellikle genç arkadaşlarımla
saygılar sunuyorum.